İLAHİNİN İLK HARFİ İLE  ARAMA YAPABİLİRSİNİZ...

                                         

         

Ey derde derman isteyen, yetmezmi dert derman sana

video playİlahiyi Video Olarak İzle

notasimgesiZikre uygun ilahiler Notaları Bak

Ey derde derman isteyen, yetmezmi dert derman sana.
Ey rahatı can isteyen, Kurban olandır can sana.
Yağma edersin varlığın, gider gönülnden darlığın.
Mahveyle sen ağyarlığın, yar olacak mihman sana.

Kulluğa bel bağlar isen Şamu seher ağlar isen
Sular gibi çağlar isen Tez bulunur umman sana
Sermâye bu yolda heman, teslim olur buna inan,
Sıdk ile Allâh’a dayan, etmez mi gör ihsân sana.

Tevhide alıştır özün, kimseye açma sır sözün,
Pir izine sen tut yüzün Pir'in yeter bürhân sana.
Yalnız kişi yol alamaz maksûdunu tez bulamaz,
Bekle mârifet kapısın yüz göstere irfân sana.

Bülbül oluben öte gör gül gibi açıl tütegör,
Aşk oduna can atagör gülzâr olur nirân sana.
Yüzün Niyâzi eyle hâk, derd ile kıl bağrını çâk,
Kalbin sarâyın eyle pâk, şâyet gele Sultân sana.
--------------------------------------------------

Sermâye bu yolda heman teslim olur buna inan,
Sıdk ile Allâh’a dayan etmezmi gör ihsân sana.
Tevhide tapşur özünü kimseye açma râzını,
Şeyh izine tut yüzünü Şeyhin yeter bürhân sana.

Eyün kişi yol alamaz maksûdunu hergiz bulamaz,
Bekle maârif kapusun yüz göstere irfân sana.
Dünyâ ile ukbâyı ko ûlâ ile uhrâyı ko,
Var ol kuru sevdâyı ko matlab yeter Sübhân sana.

Candan talep kıl yârini ver canı bul didârını
Yok eyle kendi vârını kim var ola cânan sana.
Çürüklerin hep sağ olur zehrin kamû bal yağ olur,
Dağlar yemişli bağ olur cümle cihân bostân sana

Güçtür katı Hakk’ın yolu dergâhı hem gâyet ulu,
Sıdk ile olmazsan kulu etmez yolu asân sana.
Kulluğa bel bağlar isen şâm-u seher ağlar isen,
Sular gibi çağlar isen tiz bulunur ummân sana.

Bülbül oluben öte gör gül gibi açıl tütegör,
Aşk oduna can atagör gülzâr olur nirân sana.
Yüzün Niyâzi eyle hâk derd ile kıl bağrını çâk,
Kalbin sarâyın eyle pâk şâyet gele Sultân sana.
-----------------------------------------------

Ey derde dermân isteyen yetmez mi derd dermân sana,
Ey râhat-ı cân isteyen kurbân olandır cân sana.

 

Derdin şifa oluşu zahirdeki aşkın varlığı iledir. Mânevî hallerde ise derd
insanın hızıdır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi nübüvvet gelmeden
önceki derdi onu makamına vasıl kıldı. Senelerce Hira’nın çıplak kayalarında
parçalanan ayakları ile onbeş yıl geçen inziva hayatı o derdin şifa bulması
ile nihayete ermiş, vahiy geldikten sonra bir daha oraya çıkma ihtiyacı
hissetmemiştir. [1]

Yağma edersin varlığın gider gönlünden darlığın,
Mahveyle sen ağyarlığın yâr olisar mihman sana.

Varlığını yağma edersen gönlünden gider darlığın,
Sen ağyarlığın mahveylersen yâr sana misafir olur.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;

“Allah Teâlâ bir kuluna hayır murad edince, onun nefsinin ayıplarını ona gösterir”
[2] Allah Teâlâ kulun varlığından kurtulması için
kendi sırrını kendine haber verir.

Sermâye bu yolda heman teslim olur buna inan,
Sıdk ile Allâh’a dayan etmezmi gör ihsân sana.

Sermâye bu yolda hemen teslim olmaktır buna inan,
Sıdk ile Allâh’a dayan etmez mi gör ihsân sana.

 

Teslimiyet demek vaz geçmek demektir. Fikirlerinden, işlerinden ve kendinden.
Kendini terk edince de Allah Teâlâ yüz göstermek için kullarını vasıta kılarak
kendini bulduracaktır.

[Şems-i Tebrîzî’nin, Mevlânâ’nın Seyyid Burhâneddin’e karşı gösterdiği
sevgi ve saygıyı adeta kıskanmakta ve ona :

“Beni mi daha çok seviyorsun, yoksa Seyyid Burhâned­din’i mi?” diye sorular
sorardı. Hatta Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ Celâleddin’le buluşmasından sonra
Mev­lânâ’nın riyâzâtla pek fazla meşgul olmasına tahammül edeme­yen Şems:

“Benden asla ayrılmayacaksın! Beni nasıl bırakır da kadınların aybaşı âdetleri
ile meşgul olursun?” diyerek tembihte bulunmuştur.

Zira Velilerin, riyazatlar sayesinde keramet göstermeleri, yine Veliler nazarında
kadınların aybaşı hallerine benzetilerek makbul sayılmamıştır.

Bunun adına da “Hayz-ı rical” demişlerdr. Çünkü Velilerde asıl olan, havada uçmak,
de­nizde yürümek gibi kerametler göstermek değil; onlardan iste­nen, Allah yolunda,
dîn-i mübîn-i İslâm uğrunda olağanüstü gayretler göstererek halkı irşad eylemektir.]
[3]

Tevhide tapşur özünü kimseye açma râzını,
Şeyh izine tut yüzünü Şeyhin yeter bürhân sana.

Tevhide uydur özünü kimseye açma sırrını,
Şeyhin izine tut yüzünü şeyhin yeter delil sana.

“Cüneyd dedi ki: Tevhid ilmi Tevhidin vücûduna terstir. Tevhidin vücûdu da ilmine
terstir… Cüneyd, ‘bizim ilmimiz Kitab ve Sünnetle mukayyettir’ dedi.

İşte bu mizandır. Fakat bu mizan her şeyin Kitab ve Sünnette zikredilmiş
olmasını gerektirmez.

Âdem aleyhisselâmdan Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelinceye kadar
hangi nebinin lisanı üzere gelmişse o kavmin bunları ister kitab’tan olsun ister
sünnetten olsun bir araya cem etmesi gerekir.

Fakat meseleler çoktur. Her aklın kabul etmeyeceği bazı meseleler de evliyanın
keşfine bırakılmıştır.” …

(Bkz. el-Fütûhât, II/316, 597, III/8, 55, 161; Fusûs, 225: Ayrıca bkz. S.Ateş,

Cüneyd-i Bağdadî: Hayatı, Eserleri ve Mektupları, 79, 85.
[4]

Bazı zamanlar kabulü mümkün olmayan veya yanlışlık imâsı veren kelamlar
işitilince eğer kişi inanmak mecburiyetinde kalınırsa o rivayeti inkâr yerine
o kişiye mal etmek uygun olur.

Çünkü bazı şeylerin isbatı mümkün olmamaktadır.
Mürşidin sözlerini kabul etmekte sıkıntılı durumlar olma ihtimali çok yüksektir.

Onun için tasavvuf yolunda Allah Teâlâ’nın yardımı çok gereklidir.

Çünkü Hakk’ın yardımı olmazsa şeytanın iğvası ve nefsin nakıslığı ile neticesi
ağır olan haller meydana gelir.

“Babası şunları söyledi: “Oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak
kurarlar; zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır”.
[5]

Ancak samimiyet ve teslimiyetin bereketi ile Allah Teâlâ kuluna yardım edeceği
de muhakkaktır.

Bu konuyla ilgili olan hadis rivayetleri de aynı şekilde durum arz etmektedir.

Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin

“Bir hadis rivâyet ettiğinizde onu size rivâyet eden kimseye isnad ediniz.

Şayet o rivâyet gerçek ise lehinize, yalan ise nakledenin aleyhine olur”
[6]

kelâmı bu konuda samimiyetin kurtarıcı olduğunu göstermektedir.

 

Eyün kişi yol alamaz maksûdunu hergiz bulamaz,
Bekle maârif kapusun yüz göstere irfân sana.

Aceleci kişi yol alamaz maksûdunu asla bulamaz,
maârif kapısını beklersen irfân sana yüz gösterir.

Müridler Hakk yolunda ilk başta ham ve acelecidirler.

Niyâzî-i Mısrî bu kişilere, Hakk ve hakikate vusul için acele etme, demektedir.

Çünkü yüksek eve çıkmak için dahi merdiven üzerinde basamak basamak yürümek
gerekir ve bu suretle eve çıkmak mümkün olur.

Pîr Veli Dede denilen yaşlı bir mürîdi, Şemseddin Sivâsî herhangi bir sefere
çıktığında gider evinde beklerdi.

Yine bir defâsında Şemseddin Sivâsî sefere çıkmış ve fakat mürîdi geciktiğinden
kapıda kalmıştı. Kapının kilitli olduğunu görünce de dönmeyerek, beklemeye başlamıştı.

Nihâyet içerden;

“Kapıda kim var.” diye seslenen şeyhinin sesini duydu. Bunun üzerine;

“Kapılarda bekleyen kulunum.” diye cevab verdi. Ses tekrar gelerek;

“Kapılarda bekleyene kapı kapanmaz.” dedi. Bunun üzerine kapı açıldı.
İçeriye girdiğinde kimseyi bulamadı.

Akabinde araştırdı ki şeyhi daha o seferden dön­memişti.
[7]

360 halîfe yetiştiren Kastamonulu Şeyh Şa’bân Veli kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Efendi
(d. 1497; hyt.5 Mayıs 1568)
değişik bölgelere onları göndermiş ve onlar vasıtasıyla tarîkatı çok geniş muhite
yayılmıştır.

Âdeti bir yere sadece bir halife göndermek olmuştur.

Ali Dede nâm bir halîfesi Seccadesinde erkân sürerken âher yere gidip Seccade
hâli kalmak semti göründükde ve dervişlerinden ba’zısı yerine halîfe istediklerinde
hazreti Sultân dahî velayet şehrinin hâkim-i hakimi olmağla sakin olup irşâd etdi ki;

“hânegâhında hırkasından ve gayrı metâından (onun eşyasından) hiç bir nesnesi var mıdır” diyüp

“vardır” diye cevaplarından sonra hazret dahî

“Dervişler, bir halîfenin yerine bir eski hasırı ve postu olsa tezide yerine halîfe
gönderilmez .” Ol münâsebetle buyurdular ki

“ bir küçük şehirde ve bir kasabada erkân sürüp irşâd eder iken bir âher (başka)
halîfenin ol yere teveccühü ve onda oturması asla caiz değildir.

Mademki cümleye reîs olmaya ve reîs hükmünde olmaya ol kasabaya uğradıkda kendi seccadesin
bırakıp namaz kılmak edebe muhâlifdir;

Meğer onların ferâğ-ı mukarrer olup yâhud muhalif hâli zuhur edip azle müstehâk ola.
Ol vakit cümleye reîs olup ser-çeşmede kâim-i makam olan red edip yerine gayri kimse
oturmağa hükm ede.

Veyâhud bir şehr-i azım olup her mahallesi bir kasaba hükmünde ola.

Ol vakit caizdir. Ve bu husus tamam edecek yerdir” buyurdular.
[8]

J. Paul Sartre L’Etre et le Neant’da, “İnsan Tanrı ol­mayı özleyen varlıktır”
demektedir.
[9]

Dünyâ ile ukbâyı ko ûlâ ile uhrâyı ko,
Var ol kuru sevdâyı ko matlab yeter Sübhân sana.

Dünyâ ile ahreti, evvel ile sonrayı bırak,
Var olan kuru sevdâyı bırak, Sübhân istemek yeter sana.

------------------------------------------------
Allah Teâlâ’dan bir şey istemek onu suçlamaktır.

O’nu istemek ondan gaip olmaktandır.

Allah Teâlâ perdelenmiş değildir.
Perdeli olan senin bakışındır.

Allah Teâlâ her şeyi kuşatan ve üstündür.

Dört terk’in neticesinde Allah Teâlâ var olacak demektir.

Zahir, batın, evvel, ahir terk edilince yokluk zuhur eder.

Bu dört Allah Teâlâ bir olarak var iken kullarda yok olmasıyla netice hâsıl olur.

Yokluğun varlığı ile Allah Teâlâ yanında var olmak mümkündür.
-------------------------------------------------------------

Candan talep kıl yârini ver canı bul didârını
Yok eyle kendi vârını kim var ola cânan sana.

Sevgilini candan iste, cemalini görmek için canı ver
Kendi vârlığını yok eyle ki, cânan varlığı ortaya çıksın.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;

“Kişi sevdiği toplulukla haşredilir”
[10]

“Kişi sevdiği ile beraberdir.”
[11]

Kişi sevdiğini candan sevmeli ve istemelidir.

Güzel ameller güzel hallerin neticesidir.

Ey Mısrî emîn oldum dirsin niçün olursın olmam dimedüm bunlara sinelim didüm
ben ölürsem dînüm ölmez peygamberler mağlub olmazlar dimek dînlerini yağ­ma
itdürmezler dimekdür yohsa îsâ aleyhi’s-selâmı çârmîha çekdiler Circis ve Zekeriyâ
ve Yahya aleyhimü’s-selâmı ve dahi nicelerini şehîd itdiler mağluben ölmediler
cesedlerini virdiler dînlerini ihya itdiler.

Nesimînün bir dervişi isi soyılurken savma’asına gelür Nesimî’yi şuğlında görür
meydâna varur derisini soyarlar görür birkaç kerre varur gelür sonra Nesimî dir
ki dervîş ne çok geldin gitdün dir; sultânum ben hayretde kaldum ne hâldur meydânda
derisini soyalar sen bunda fariğu’l-bâl oturırsın dir ki;

bir alay kilâbun elinden halâs olmağa bir deri ile sulh olduk deri onların olsun
işde biz gitdük diyerek postını esinine alup Halebün on kapusından da selâm idüp çıkup gitmiş.

Bizüm de nebî isek mucizâtumuz velî isek kerâmetümüz öldüğümüzden sonra zuhur ider elhamdu li’llâh
zâlimlerin iltifatları yüzini görmezüz görürsek de kabul itmezüz aldanmazuz âkibet şehîd olınca sa’y iderüz.
[12]

Çürüklerin hep sağ olur zehrin kamû bal yağ olur,
Dağlar yemişli bağ olur cümle cihân bostân sana

Çürüklerin hep sağlam olur zehrinin hepsi bal yağ olur,
Dağlar yemişli bağ, bütün cihân sana bostân olur

Çürük beden ve dünyadır. Zehir kanlamak için çektiğin çile ve rızıktır.
Bunlar için dünyanı verirsin.

Ya cenneti bulursun, yada cehennemi.

Beden dünyada amel işleyerek Allah Teâlâ rızasını murat ederse kanın aslında senin
içini tiksindiren bir maddeler yığını iken sana verdiği güç ile senden güzel ameller
çıkmasına sebep olur.

Fakat “kanı bozuk” denilen birisi isen kulluğun dışında bir hale vasıl olursun ki
zehrin daha zehir olarak ahiret hayatında zakkum yemişi olarak önüne gelir.

Ya da bunun aksi bir hal ile cennet meyveleri.

Hz. Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki:

Müminler mahşerde derler ki; “ Ey melekler, cehennem müşterek bir yol değil miydi?

Mümin de oraya uğrayacaktı, kâfir de. Fakat biz bu yolda ne duman gördük, ne ateş.

İşte burası cennet, emniyet yurdu. Peki o aşağılık uğrak nerede?”

Melekler derler ki:

“ Hani geçerken filân yerde gördüğümüz o yemyeşil bahçe vardı ya.

Cehennem, o şiddetli azap yurdu, işte orasıydı. Fakat size bağlık, bahçelik, yeşillik
bir yer oldu.

Siz, bu cehennem huylu, kötü suratlı, ateş meşrepli nefsi. Çalışıp, çabalayıp tertemiz
bir hale getirdiniz;

Tanrı için ateşi söndürdünüz: Şulelenip duran şehvet ateşini takva yeşilliği, hidayet
nuru haline soktunuz; Hırs ateşiniz hilim, bilgisizlik karanlığı ilim oldu;

Hırs ateşini attınız; o ateş diken gibiydi, gül bahçesine döndü..
Mademki siz kendinizdeki bütün ateşleri bizim için söndürdünüz, bu suretle de zehir,
bal haline geldi.

Mademki ateşe mensup olan nefsi bir bahçe yapıp oraya vefa tohumları ektiniz.
Oradaki zikir ve tespih bülbülleri, yeşillikte, ırmak kıyısında güzel bir tarzda
ötüşmeye koyuldular.

Tanrı’ya, çağırana icabet ettiniz, nefis cehennemine su serptiniz. Bizim cehennemimiz
de size yeşillik, gül bahçesi, ağaçlık haline geldi.”

Oğul, ihsanın karşılığı nedir? Lütuf, ihsan ve en değerli sevap.
[13]

Güçtür katı Hakk’ın yolu dergâhı hem gâyet ulu,
Sıdk ile olmazsan kulu etmez yolu asân sana.

Hakk’ın makamı ve yolu güçtür. Dergâhı gâyet uludur,
Sadık kulu olmazsan yolu kolay kılmaz sana.

İnsanlık âlemi, ruh âlemini ger­çek âlemlerdendir. Bu iki âlemin te­masa geldiği yer ise
ahlâk âlemidir.

Ahlâk âlemi ruhun arın­mış, seçkinleşmiş ve üstün bir hedefe çevrilmiş olan fiil­lerinin âlemidir.

Orada yalnız fiiller ve hedefler vardır. Bu hedefler şunlardır:

1.Hedef birliktir.

Orada çatışmalar, kinler kalk­mış, her şey birleşmiştir.

( Fenâ)

2.Hedef kendine yetmedir:

Eksiklerin birbirini tamamlaması, birlik halinde âlemin yetkin olma­sıdır.

(Bekâ)

3.Hedef sükûndur.

Ruh, tamlığın verdiği bir sükûn ve rahatlığa varacaktır.

(Vahdet)

4.Hedef mertebelerdir.

Birbirine geçme imkânı olan mertebeler kurulacaktır.

(Seyr)

Hedef adalettir.

(Tasarruftan düşüp Allah Teâlâ’dan razı olmaktır)

Gerçek düzene ve mertebelere uygun hareket etmektir.
[14]

Kulluğa bel bağlar isen şâm-u seher ağlar isen,
Sular gibi çağlar isen tiz bulunur ummân sana.

Kulluğa bel bağlarsan, akşam sabah ağlarsan,
Sular gibi çağlarsan, ummân sana tez bulunur.

Suyun vasfı akmak, çoğaldıkça yol bulmak ve vasıl olmaktır.

Akacak ve ırmak olacak suya sahip olan için deryaya kavuşmak
kaçınılmaz sonuçtur.

Adamın biri yıllardan beri kendine bir mürşid arıyordu.

Her ki­mi işitse koşardı ama hiçbir kapı açılmıyordu. Bir gün başını bir tuğla üstüne
koyarak uyudu.

Aradığını düşünde görmüştü. Uyanınca he­men tuğlayı öpmeğe başladı; koltuğuna kıstırarak
her nereye gitse asla yanından ayırmaz, o olmadan namaz kılmaz, misafirliğe onsuz gitmez,
baş sağlığına, düğüne hattâ uyumaya hep tuğla ile beraber giderdi.

Biri gelse de kendisini övmek istese derdi ki:

Bunu önce benim şu tuğlama, şu cevherime söyle!

Yanına bir ziyaretçi gelse de elini sıkmak istese,

Önce elini şu tuğlaya sür, derdi.

Bu nedir? diyenlere,

Bulunmaz bir şeydir, ancak iyi kişilerde bulunur, fena kişilerde bu­lunmaz; otuz sene idi
ki bir şeyi kaybetmiştim, dün gece başımı bu tuğlanın üzerine koyunca onu tekrar elde ettim,
derdi.
[15]

 

Bülbül oluben öte gör gül gibi açıl tütegör,
Aşk oduna can atagör gülzâr olur nirân sana.

Bülbül olup öte gör, gül gibi açıl tütegör,
Aşk ateşine can atagör cehennem sana cennet olur.

Bülbül/Andelîb/Hezâr

En meşhur ötücü kuş olan bülbül için ‘Dünyada hiçbir müzik aleti yoktur ki, su kuşun ağzından
çıktığı kadar güzel ses çıkarsın.’ denmiştir.

Sesinin güzelliğiyle ünlü bu ötücü kuş, tan yeri ağarırken öter.

Ötüşü armoni ve ses zenginliği bakımından eşsizdir.

Boyu 16 cm olan bülbüller kül renginde olur.

Bülbüllerin uçuşları dengesizdir. Bülbüller, aydınlık ormanlarda, korularda, hatta büyük park ve
bahçelerde bulunur. Daha çok bitkilerle beslenir.

Güzel ve yanık ötüşüyle tanınan bu kuş devr-i gül diye de tabir edilen bahar mevsiminde

(veya nevruzda) görülür.

Gülşende veya çemenlikte kurduğu yuvasını sık dallı ve yapraklı ağaç dallarına, çokça gül
ocakları içine yapar çünkü böyle yerlerdeki yuvalara yılanlar çıkamazlar.

Yılan, kuş yavrularının etine haristir. Başka ağaçlara yapılmış yuvalara yılanlar,
ağaca sarılarak kolayca çıkar.

Eşleşmiş olan yaşlı bülbül, ne kadar iyi bakılırsa bakılsın, kafeste yaşayamaz, ölür.

Eşleşmeden önce yakalanan genç bülbül kafeste beslenebilir. Bülbüller havalar ısınmaya,
güller açmaya başladığı zaman çiftleşirler.

Dişisi yumurtadan kalkıncaya kadar yalnız kalan erkek ekseriya gün batarken başlayıp gece
yarısından sonralara kadar öter.

Bülbül, Türk ve İran edebiyatlarında başta âşık oluşu ve sesinin güzelliği olmak üzere çeşitli
özellikleri sebebiyle adı en çok geçen kuştur. Aslı Farsça olan bülbül kelimesi sonradan
Arapçaya da girmiştir.

Türkçesi sanalvaç olan bülbülün Arapçası andelîb, Farsçası hezâr ve cemileri anâdil ile
Hezârândır.

Bülbül için andelîb ve hezârdan başka sesinin güzelliği dolayısıyla, hoş-hân

(güzel okuyan),

hoş-gû (güzel söyleyen),

hoş-âheng (güzel sesli) kelimeleri de kullanılır.

Bunların yanında

zend-hân (güzel sesli kuş),

zendvâf, zendbâf, zendlâf (bülbül),

mürg-i bâg (bahçe kuşu),

mürg-i çemen (çimen kuşu),

şeb-hân (gece ötenkuş),

mürg-i seb-hîz (gece uyanık duran kuş),

hezâr-âvâz (bin bir sesli)

gûyâ-yı çemen gibi kelime ve terkipler de bülbülü ifade eder.

Ayrıca belâbil kelimesi, bülbüller ve tasalar, kuruntular, vesveseler anlamına
gelerek cinaslı kafiye oluşturur.

Bütün dünya folklor ve edebiyatlarında geniş bir yer tutan bülbül motifinin özellikle Doğu
edebiyatlarında önemli bir yeri vardır Bu motif divan edebiyatında her şair tarafından, sık sık
kullanılır;

halk şairi, bülbülü, daha serbest bir muhayyile ve hassasiyetle işlediği hâlde, divan şairi,
onu, daima aynı kadro dâhilinde ele almıştır;

yani bu edebiyatta, diğer unsurlar gibi, bülbül de bir mazmundur.

Bu mazmuna göre, divan edebiyatında da klasik Doğu edebiyatlarında olduğu gibi, gülün sevgili
olarak düşünülmesi ile bülbül âşığı sembolize eder ve kendisine daima naz ve cefa eden güle
âşıktır.

Terennümü ya güle aşkını ilan veya ıstırabını ifade içindir.

Bu durumuyla aşığa çok benzeyen bülbül, şakıyışlarıyla ağlayıp inleyen, durmadan sevgilisinin
güzelliklerini anlatan ve ona aşk sözleri arz eden bir âşığın timsalidir.

Onun güzel sesi de aşığın güzel sözleri, şiirleridir. Nasıl bülbül gülsüz olamazsa,

âşık da maşuksuz olamaz.

Gülün dikenleri nasıl bülbülün ciğerini delerse, sevgilinin eziyetleri de aşığın bağrını deler.

Yani bülbül teşhis yoluyla âşığın bütün özelliklerini havidir.

Âşığın bülbüle tesbihi ise sevgilinin veya yüzünün güle, dudağının goncaya, bulunduğu yerin
gülşene (gül bahçesi) tesbihi cihetiyledir.

Bülbülün gülşendeki ötüşü âşığın ahına benzetilmiştir.

Gül (sevgili),

bülbüle (âşık)

daima cefa ettiğinden bülbül sabahlara kadar uyuyamaz.

Edebiyatımızda bülbül daima gül ile birlikte zikredildiği için eski şairlerimiz nerede bir
gül görseler, mevsime bakmadan, derhal bir bülbül tahayyül ederlermiş.

Bülbülden ayrı düşünülemeyen gül ise çiçeklerin en makbulü ve hoş kokulusudur ve sayısız
nevi vardır.

Bülbül seher vaktinde gülü karşısına alarak öter.

Gül, onun için yaprakları yeni açılmış bir kitaptır.

Âdeta bülbül o kitabı okur. Bazen gül yaprağından bazen de mushaftan ayetler yahut Gülistân’dan
beyitler okuyan bülbülün bütün neşesi gül ile kaimdir.

Gülden ayrı olunca inleyişler içinde kalır. Gülü görünce ise mest olur. Her zaman niyaz
durumunda yalvaran bülbülün karşısında gül daima naz içindedir.

Kuşların yaşadıkları yerler farklı farklıdır. Karganın leşi, baykuşun viraneyi sevdigi gibi
bülbül de gülzârı sever. Bağda, bahçede, çiçekler arasında dolaşsa da bülbül daha ziyade gül
dalları ve yaprakları arasında görülür.

Bülbülün tahtgâh, mahfil, sâyeban, sâgar, keşkül adlarını alan yuvası da buradadır.
Gül-bülbül beraberliği, gülün rengi itibariyle ateşi çağrıştırdığından çeşitli tasavvurlar
oluşturur.

Gül Hz. Mûsa aleyhisselâma Tur dağında görünen

‘ateş-i Mûsâ’ya benzetildiğinde,

bülbül Hz. Mûsa’nın ‘kelim’ sıfatı ile karşımıza çıkar.

Güzel sesinden dolayı bülbül ile Hz. Davut aleyhisselâm arasında da ilgi kurulur.

Ayrıca gül camiye, servi minareye, bülbül ise Kur’an-ı Kerim okuyan kişiye benzetilir.
[16]

 

Yüzün Niyâzi eyle hâk derd ile kıl bağrını çâk,
Kalbin sarayın eyle pâk şâyet gele Sultân sana.

Niyâzi yüzün toprak eyle, derd ile bağrını yar,
Kalb sarâyını temizlersen, sana Sultân gelir.

Kalbin iki yüzü vardır: Bir yüzü insanın sol böğründeki yüreğe müteallik olduğundan
sadr denmiştir ki çoğu şeytanî havâtır buradan girer.

Kalbin bu yüzünde zulmânî perdeler (hicâbât) vardır. Diğer yüzü Hazret-i Hakk’a müteveccihtir
ki bu nedenle kalp denmiştir. İlâhî feyz bu yüzden gelir. Kalbin bu yüzünde de sayısız nûrânî
perde vardır.”
[17]

İsmail Hakkı Bursevî, Kitabu’n-Netice adlı eserinde kalbin kazandığı ehemmiyetli mevkîyi
belirtmek ve onun bir takım mühim hususiyetlerinden bahsetmek gayesiyle şunları söylemiştir:

“İnsanın yüzü Rahman’ın aynasıdır. Ayn’ı ise Allah Teâlâ’nın esrarındandır.

Çünkü ayn,âlem-i emirden,

vücud âlem-i halktandır.

Fakat birbirine çok kuvvetle bağlıdırlar. İnsanın iki gözü, Huda’nın nurundan ay ve güneş
gibidir.

Biri âlem-i zat,

biri âlem-i sıfat’a remzdir.

Cesedin maverasında ruh,

ruhun ötesinde ayn,

ayn’in ötesinde sır vardır ki

bütün mertebeleri bu ihata edici sır gizler.

Sır vâliddir. Sırrın tenezzülü rûh,

ruhun tenezzülü ceseddidr.

Cesedin batını âlem-i halk,

ruhun bâtını ise âlem-i ervah’tır.

Ruh zevç,

cesed zevce gibidir.

İkisinin izdivacından kalp ve diğer kuvvetler doğmuştur.

İnsanın kalbi, ruhi kuvvetlerdendir. Kalp ism-i azamın tahtgâhı,

vâsi Allah Teâlâ’nın cilvegâhıdır.

Vücud ülkesinde hilâfet kalbindir. Ondan ulu nesne yoktur.

Kalbin ruha yakınlığı vardır. Bu yakınlık yüzünden ondan nur alır ve heykele verir.
Kalbin aslı melekûttan, cesed ise âlem-i milktendir.

Semavat yedi tabakadır. Herbirinde başka bir emr-i rahmanı ve sırr-ı subhanî vardır.

Sıfât-ı Seb’a; hayat, ilim, basar, semi, iradet, kudret, kelâmdır.

Nüzul itibariyle yedisi felekü’l-kamerdir, mazhar-ı kelâmdır.

Kalbin mertebesi de yedidir.

Buna etvâr-ı seb’a derler.

Yedincisi sadırdır ki felek-i kamer mertebesidir,

mahall-i hitaptır, akrab-ı menâzildir.

Sadır, kalbin zahiridir, vehm ve hayalle yüklüdür.

Rahmet, feyz-i hâss-ı ilâhîdir. Onun nüzulü yok, kalpten zuhuru vardır,
fakat dış sebepler yüzünden inzal denir.

Fetih de kalbin kapısının fethidir, gaybm kapısının fethidir.

Kalbin batını ruhtur, gayb-ı izafîdir.

Ruhun batını sırdır, gayb-ı mutlaktır.

Kalbin zahiri sadırdır, şehadet-i îzâfiyyedir.

Sadrın zahiri de ceseddir, şehadet-i mutlakadır.

Kalp iki taraf arasında a’raf gibidir.

Zahiri nâr gibi zulmâni, batını ise cennet gibi nûrânidir.

Bundan müminin cennete duhûlünün batını ile kâfirin cehenneme girişinin zahiri ile
olduğu anlaşılır.

Zira sonunda bâün zahir, zahir de bâtın olur.
[18]

Kalb sarâyını temizlemenin gerekli olduğuna işaretle remzen
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;

“İçinde köpek veya resim bulunan eve melekler girmez. “
[19]

Sultana layık olan sarayda oturmaktır. Müminin kalp sarayı temizlenince sultan teşrif eder.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;

“Mü’min hurmaya veya arıya benzer; arı temiz yer ve temiz üretir.
Yine mü’min som altın parçası gibidir; ateşe atılıp üzerine üflenir, yine som altın
olarak çıkar.”
[20]

Sür çıkar gayrı gönülden, tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma’mûr olmadan
Şemsî Sivâsî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz

TAHMİS-İ AZBÎ

Ey din ve imân isteyen besdir demi insan sana
Kendi özün şâh isteyen şayet ola mihman sana
Ey gevher
[21]

kân
[22]

isteyen kân ola Hakk irfan sana

Ey derde dermân isteyen yetmez mi derd dermân sana,
Ey râhat-ı cân isteyen kurbân olandır cân sana.

Terket fenâya zarlığın kesbet bekâ hünkârlığın
Bul lezzetin ikrarlığın anma adın inkârlığın
Bil menzilin tayyarlığın
[23]

fehmet sözün attarlığın
[24]

Yağma edersin varlığın gider gönlünden darlığın,
Mahveyle sen ağyarlığın yâr olisar mihman sana.

Haktır rumuzu kün
[25]

fe kâne
[26]

bâtıl meğer bâtıl olan

Haktır sözüm ikrâr u imân bu hak söze etme gümân
[27]

Murgi
[28]

dile ten âşiyan in tu cevab mürselan
[29]

Sermâye bu yolda heman teslim olur buna inan,
Sıdk ile Allâh’a dayan etmez mi gör ihsân sana.

Uçurma kuldan yazını müşgin
[30]

elif yaz yazını

Pişir kurtar kim sözünü alçağa indir tizini
[31]

Sultana et niyazını Mısrî bilir her râzını

Tevhide tapşur özünü kimseye açma râzını,
Şeyh izine tut yüzünü Şeyhin yeter bürhân sana.

Hal bulmayan sır bulamaz davayı irfân kılamaz

Kul olmayan hân olamaz ağlamayan hem gülemez

İrfâna cahil gelemez birlik gibi iş olamaz

Eyün kişi yol alamaz maksûdunu hergiz bulamaz,
Bekle maârif kapusun yüz göstere irfân sana.

Gel mihneti ferdâyı ko ikrâh ile takvayı ko(y)

Geç arş ile âlâyı ko Âdem ile Havva’yı ko

Hem bay ile ednâyı kohem cennet-ül me’va i ko
Dünyâ ile ukbâyı ko ûlâ ile uhrâyı ko,

Var ol kuru sevdâyı ko matlab yeter Sübhân sana.

Tebdil edip inkârını koy yerine ikrârını

Dost ile özünde yârini fâş
[32]

eyleme esrârını

Aşka değiş her kârını at namus ile ârını

Candan talep kıl yârini ver canı bul didârını
Yok eyle kendi vârını kim var ola cânan sana.

Her işinden ferağ olur masivâdan irağ olur

Derviş olan alçağ gözü yaşı ırmağ
[33]

olur

Vücudu dağ ve dağ olur aşk ile yüzü ağ
[34]

olur

Çürüklerin hep sağ olur zehrin kamû bal yağ olur,
Dağlar yemişli bağ olur cümle cihân bostân sana

Gerçi gezer çoktur veli sümbülü görür görmez gülü

Çün gül Yakub’dur bülbülü her şeyde var kudret

Herkes dedi Hakk’a beli,
[35]

birlikte lâl olur

Güçtür katı Hakk’ın yolu dergâhı hem gâyet ulu,
Sıdk ile olmazsan kulu etmez yolu asân sana.

Gir bende-i Haydar isen dâim hay hay Haydar isen

Aşk ile yek Kanber isen dehre me envâr isen

Cevr ile dilber der isen zâr fakir kemter isen

Kulluğa bel bağlar isen şâm-u seher ağlar isen,
Sular gibi çağlar isen tiz bulunur ummân sana.

Varlığı hep ata gör yokluğa ayak basa gör

Kalbini pak eyleye gör hubb-i sivâ hep gidegör

Sırrına sırrı kata gör külli sivaya atagör

Bülbül oluben öte gör gül gibi açıl tütegör,
Aşk oduna can atagör gülzâr olur nirân sana.

Gel masivâdan çek elin kalbin ola Azbi çü pak

Zahid sülük ehlini gör çün mâsiva eylerde

Aşk ehli olmaz hem helak candan elin kıl iştirak

Yüzün Niyâzi eyle hâk derd ile kıl bağrını çâk,

Kalbin sarâyın eyle pâk şâyet gele Sultân sana.

 

[1] (BİNNEBİ, 2003), s. 65

[2] Münâvi. I/26: Beyhâki. Enesten: Bezzar İbn. Mesuddan rivayet etmişlerdir. bkz.Aclûnî, I/78

[3] (KARABULUT, 1984), s. 47

[4] (KILIÇ, 1995), s.108

[5] Yusuf,5

[6] Küleynî, age., I, 103. (GÜLER)

[7] (AKSOY, Sivas)

[8] (FUADÎ), v. 35b-36a

[9] (MURDOCH, et al., 1983), s. 75

[10] Müstedrek ‘ale’s-sahîhayn, III/19.

[11] Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III,104, IV, 107.
(UYSAL, 23 Bahar 2007 )

[12] (MISRÎ, 1223), v. 62b

Ey Mısrî emîn oldum dersin niçin olursun, olmam demedim.
Bunlara sinelim didim.

ben ölürsem dinim ölmez peygamberler mağlub olmazlar demek dinlerini yağ­ma ettirmezler,
demekdir. Yoksa İsâ aleyhi’s-selâmı çârmîha çekdiler.

Circis ve Zekeriyâ ve Yahya aleyhimü’s-selâmı ve dahi nicelerini şehîd ettiler.
Mağluben ölmediler cesedlerini verdiler ama dînlerini ihya ettiler.

Nesimînün bir dervişi derisi soyulurken ibadet yeri hücresine gelir.
Nesimîyi işinde görür, meydâna varır derisini soyarlar görür. Görür birkaç kerre varır gelir.
Sonra Nesimî der ki

“derviş ne çok geldin gittin” der;

“sultânım ben hayrette kaldım ne hâldir meydânda derini soyalar sen bunda endişesiz oturursun.”
der ki;

“bir alay köpeklerin elinden kurtulmağa bir deri ile sulh olduk deri onların olsun işde biz
gittik”
diyerek postunu sırtına alıp Haleb’in on kapusından da selâm verip çıkıp gitmiş.

Bizim de nebî isek mucizâtımız velî isek kerâmetimiz öldüğümüzden sonra zuhur ider
elhamduli’llâh zâlimlerin iltifatları yüzünü görmeyiz görürsek de kabul etmeyiz aldanmayız
âkibet şehîd oluncaya kadar gayret ederiz.

[13] Mesnevi , c. II, b. 2554-2570

[14] (SANAY, 1986), s. 82; Aşk Ahlâkı, s. 117 Parantez açıklamalar bizim yorumumuz.

[15] (Şems-i Tebrizî, 2007), (M.310), s. 399

[16] (ESKİGÜN, 2006), bölüm 4.1

[17] (ÖGKE, 2000), s.187; Yiğitbaşı Velî, Atvâr-nâme-i Seb’a, v. 39a

[18] (ÇELİK, 1994), s.31; A.Ü.İ.F., İİED 1975/2 Erdoğan Fuat, Kitabu’n-Netice ve İnsan,
s. 216-217.

[19] Ebu Davud. Taharet. 89. Libas. 129: Nesai. Taharet. 167. Hayl. 11: Darımî. tsti’zam.
34: İbn. Hanbel. 1/80. 83. 107. 139

[20] Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, I, 147 (253); İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekir Abdullah,
Mûsannef, 1. bsk. thk. Muhammed Abdüsselâm Şâhin, Dâru’l-kütüb el-ilmiyye, Beyrut, 1995, VII, 89
(34414, Hadisin birinci kısmı); Beyhakî, Şu’abü’l-îmân, V, 58 (5765, Hadisin birinci cümlesi);
Kudâ’î, Müsnedü’ş-şihâb, II, 278 (1354). Râmhurmüzî, Kitâbü emsâli’l-hadîs, III, 66, 67;
Ebu’ş-Şeyh, Kitâbü’lemsâl, s. 232 (343). (UYSAL, 23 Bahar 2007 )

[21] Gevher: f. Akıl ve edeb. Asıl ve neseb. Elmas, cevher, mücevher. İnci. Bir şeyin
künhü ve esası. Hakikat. Noktalı olan harf.

[22] Kân: f. Bir şeyin menbaı. Kuyu. Kaynak. Mâden ocağı. Bir keyfiyetin.
(niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse

[23] Tayyar: Uçan. Uçucu. Uçma kabiliyeti olan. Havaya kalbolup gaib olan.

[24] Attar: (Itr. dan) Güzel koku veya iğne iplik gibi şeyler satan

[25] Kün: Cenâb-ı Hakkın “Ol, Olsun” mânâsındaki emri.

[26] Güman: f. Zan. Tahmin. Sanmak. şüphe

[27] Mân: Men (vezin gelişi)

[28] Mürg: f. Merg. Kuş.

[29] in tu cevab mürselan: senin için gönderilen cevap

[30] Müşgîn: f. Misk kokulu, miskli. Siyah şey.

[31] Tizî: f. Çabukluk, tezlik. Keskinlik. Sıklık.

[32] Faş: Meydana çıkmış. Yayılmış. Anlaşılmış olan

[33] Irmak: Büyük akarsu, doğrudan doğruya denize dökülen nehir

[34] Ak: beyaz

[35] Beli: f. Evet.

***********************